9 Mayıs 2011 Pazartesi

Egemen Çıkmazında Başörtüsü

Yakın zamanda YÖK’ün ‘başörtülülerin sınıftan atılamayacağı, sadece haklarında tutanak tutulabileceği’ne dair olan bildirisi, pek çok üniversitede herhangi bir dayanağı olmadığı hâlde kusursuz bir tutarlılıkla uygulanan yasağın ve hatta zulmün farklı farklı yorumlanarak katılaşmasına ya da hafiflemesine sebebiyet verdi. Rektörlerin, daha özelde dekanların insiyatifine ve “özgürlük algısı”na bırakılan bu durum biz başörtülü kadınlar açısından ciddi bir garabet teşkil etmeye başladı. Çok uzağa gitmeye gerek yok, Beytepe Kampüsü’nü ele alırsak bu durumu ziyadesiyle tecrübe etmiş oluruz. Bazı fakültelerde rahatlıkla derslere girilirken bazı fakültelerin –Eğitim Fakültesi- neredeyse kapısından içeri dahi girilemeyeceği alenen ortada. Tam da bu noktada uzatılan her mikrofona ne kadar özgür, ne kadar insan merkezli bir kampüs oluşturduğunu söyleyen rektörün “bana dokunmayan yılan bin yaşasın”cı tavrı devreye giriyor.

Pek çok bölümde kısmen de olsa delinen yasak bazı bölümlerde ise şiddetini koruyarak devam etmekte. Misal olarak herkesin rahatlıkla girip çıktığı K salonundan bile çıkartılan başörtülü öğrencilerin olması tüm bu tutarsızlığı açıklamaya yeterli. Daha bir yıl öncesine kadar yemekhane ve kütüphanelere bile Ögb tarafından alınmıyorduk. Şimdilerde ise hâlâ daha yasakla beraber hocaların takındığı anlamsız ve hastalıklı tavırlarla uğraşıyor pek çoğumuz. Öyle ki yasak konusunda konuşmak için gidilen fakat hocaların kendilerini tanrısallaştırma süreçleri neticesinde bir ‘tapınak’ hâline getirdikleri odalarına kıyafetimizden dolayı alınmıyor; yine aynı hocaların rejim muhafızlıklarına kalkan olarak kullandıkları dersten bırakma, okul uzattırma, soruşturma açma gibi tehditlerine maruz kalıyoruz. İnançlarımıza ve ideolojilerimize her fırsatta ket vurmaya çalışılıyor; ‘örtük engelli, ikinci sınıf vatandaş’ gibi sıfatlarla “alçakça” vasfediliyoruz. Geçtiğimiz günlerde Edebiyat Fakültesi’ndeki başörtülü arkadaşlarımız bir bölüm başkanına ait ‘Mikrop gibi ürüyor musunuz siz?!’ hakaretine maruz kaldılar.

Şurada bir yıl öncesine kadar lavabo kapılarına asılan ‘Başörtüsü takıp çıkmak yasaktır!’ ilanlarıyla durdurulmaya çalışılırken şimdi bizlere hem lütuf gibi aksettirilen ama aslında öte yandan bir göz boyama olarak sunulan binalara ve dahasında sadece birinci katlara girme izni(!)ne tabi tutuluyoruz. Her gün ama her gün okul kapılarında, kıyılarda köşelerde egemen ideolojinin faşist baskılarıyla peruk, şapka takmaya; başörtüsünü çıkartmaya zorlanıyoruz. Bunlara rağmen hâlâ bizi mustazaf değil müstekbir olarak gören arkadaşlar tarafından da sloganlarla, afişlerle, sözlü saldırılarla yıldırılmaya, bazen de egemen yapının bizlere bir hediyesi(!) olarak aydınlatılmaya çalışılıyoruz.

Bütün bunların yanında ne yazık ki bu riyakâr, hastalıklı tavrı görmeyen, görmek istemeyen arkadaşlarımız da ilk sert bakışta geri adım atıyor direnişimizden. Korkutulan, farklı görüşlerin hâkimiyeti altında bulunan kardeşlerimiz istemeden de olsa elimizi bırakmış oluyor karşı duruşumuzda. Her şeye rağmen destek olandan da olmayandan da güç alarak, çoğalarak geliyoruz okul kapılarına ve –inşallah- çok da uzak olmayan zafer günümüzü konuşuyoruz!

26 Nisan 2011 Salı

Kavram Tartışmaları ve Birbirinden Kopmaz İki Kavram: Düşünce ve İfade Özgürlüğü

Cihan Eligüzel

Düşünce ve ifade özgürlüğü şu sıralar çokça tartışılıyor. Sebebi ise Ergenekon operasyonları kapsamında Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanması ve ‘İmamın Ordusu’ adlı basılmamış bir kitabın taslaklarına el konulması. AB müzakereleri durdurma restini bile çekerken, hükümet bu tutuklamaların kendi beklentileri doğrultusunda gerçekleşmediğini tamamen yargının insiyatifiyle gerçekleştiğini belirtiyor.
Tutuklananlar gazeteci, örgütsel doküman muamelesi gören de basılmamış bir kitap olunca kamuoyunu belirleyen aktörler tarafından sıkı bir düşünce ve ifade özgürlüğü tartışmasına girildi. Bu yazıyı yazma planım ise tamamen zamanlama olarak tesadüfî olarak denk geldi. Çünkü zihinlerimizde Düşünce ve İfade Özgürlüğü tartışmaları yaşanan son gelişmelerle ayyuka çıksa da, bu çıkış olsa olsa benim için bir iki yüzlülüğü ifade eder. Bu iki, birbirine sıkı sıkıya bağlı kavramın tartışılmasının popülerleşmesinden rahatsız olmuyorum elbette. Bir tarafta basın yayın özgürlüğünde ABD’nin bile ilerisinde olduğumuzu söyleyen bir Başbakan, öbür tarafta iğnenin ucu kendisine değince acıdan özgürlükçü kesilen kalemşörler… İkiyüzlülüğü belirtmekte yarar var.
Bu yazının ana sebebi de bu zaten. Bu iki kavram sürekli olarak muktedirleri ve muhalifleri karşı karşıya getirir ve bu karşılaşmadan dolayı bir kavram karmaşası doğar. Muktedirle hesaplaşmaya çalışan muhalifin muktedirlik eğilimi ise bu karmaşanın esas gıdasını oluşturur. Bugün muktedirden canı yanan muhalif , evvelce Musa Anter’in katledilmesinin akabinde Özgür Gündem Gazetesi’nin Diyarbakır ofisinde her çalışanının öldürüldüğünü o dönem umursamazdı bile. Örnekler çoğaltılabilir. Ancak yazıyı bu yönde derinleştirme niyetinde değilim.
Düşünce ve İfade Özgürlüğü, insanlığın evrensel birikiminden yola çıkılarak belli başlı ulusal ve uluslar arası kaidelere aktarılmış ve bu tanımlarda uzlaşılmıştır.
Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslar arası Sözleşme’nin 19. Maddesi’nde ifade özgürlüğü şöyle tanımlanmış:
1. Herkes engel olmaksızın fikirlere sahip olmalıdır.
2. Herkesin ifade özgürlüğü hakkı olmalıdır; bu hak, her türlü bilgi ve fikirleri sınır olmaksızın, sözlü, yazılı, basılmış, sanat ve yahut herhangi dilediği bir medya ortamıyla öğrenme, alma ve verme hakkıdır.

‘Liberal Uzlaşı’ hemen akabinde üçüncü bölümde “ama” diyor kendine göre makul sebeplerle:

3. 2'inci bölümdeki haklar özel haklar ve sorumluluklar getirir. Bu doğrultuda bazı limitler kanunlar tarafıyla uygulanabilir:
• Başkalarının haklarına ve şöhretine saygı;
• Ulusal güvenlik, halk düzeni, veyahutta halk sağlığı ve huzuru.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi de 10. maddesinde benzer ama daha detaylı ifadeler kullanır:

1. Herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, kanaat özgürlüğü ile kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları söz konusu olmaksızın haber veya fikir almak ve vermek özgürlüğünü de içerir. Bu madde, devletlerin radyo, televizyon ve sinema işletmelerini bir izin rejimine bağlı tutmalarına engel değildir.
2. Kullanılması görev ve sorumluluk yükleyen bu özgürlükler, demokratik bir toplumda, zorunlu tedbirler niteliğinde olarak, ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu emniyetinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın, başkalarının şöhret ve haklarının korunması, veya yargı gücünün otorite ve tarafsızlığının sağlanması için yasayla öngörülen bazı biçim koşullarına, sınırlamalara ve yaptırımlara bağlanabilir.

İfade özgürlüğü ile ilgili kaide daha “amasız”, “fakatsız” kılınarak Amerika Birleşik Devletleri anayasasının birinci maddesini oluşturur ve 15 Aralık 1791 tarihinden beri yerini korumaktadır:

"Kongre herhangi bir dîni kurmak için, uygulamasını yasaklamak için, ifâde ve basın özgürlüğünü ya da insanların barışçıl bir şekilde toplanmasını ve devlete acılarını anlatmasını kısıtlamak için kanun çıkartamaz."

Devrimler ülkesi Fransa’da ise 26 Temmuz 1789’da yayımlanan İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesi’nin 11. Maddesi şöyle der:

"Düşüncelerin ve fikirlerin özgürce paylaşılması; insanın en mühim haklarından biridir: her vatandaş özgürce konuşmalı, yazmalı ve yayımlamalı; muhafaza etmeli (gerekliyse) kanunların sunduğu olanaklarda özgürlüğünün çiğnenmesine cevap vermelidir."

Uluslar arası sözleşmeleri kabul etmiş olan ve AB üyeliği için müzakerelerde bulunun Türkiye’nin bu konudaki tutumu oldukça ikirciklidir. İfade özgürlüğünün hangi şartlarda kısıtlanabileceğini düzenleyen 26. Madde, ifade özgürlüğünü güvence altına alan 25. Maddeden daha uzundur:

25. Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz.

Bu maddeye müteakip AB reformları sürecinde bazı değişiklikler ve eklemeler yapıldıktan sonra;

26. Bu hürriyetlerin kullanılması, millî güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği, Cumhuriyetin temel nitelikleri ve Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması, suçların önlenmesi, suçluların cezalandırılması, Devlet sırrı olarak usulünce belirtilmiş bilgilerin açıklanmaması, başkalarının şöhret veya haklarının, özel ve aile hayatlarının yahut kanunun öngördüğü meslek sırlarının korunması veya yargılama görevinin gereğine uygun olarak yerine getirilmesi amaçlarıyla sınırlanabilir. Haber ve düşünceleri yayma araçlarının kullanılmasına ilişkin düzenleyici hükümler, bunların yayımını engellememek kaydıyla, düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetinin sınırlanması sayılmaz. Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetinin kullanılmasında uygulanacak şekil, şart ve usuller kanunla düzenlenir.

Yani 25. Maddenin öngörülemeyen sonuçlarını 26. Madde karşılayamadığı zaman yeni bir kanunun çıkartılması da peşinen hükme bağlanmış durumda. Bir dönem yine çokça tartışılan ve can alan 301. Madde bu uygulamaya bir örnek olarak gösterilebilir. Bu durum genel bir karakterin, bir algılayışın yansıması. Anayasadan tutunda bir köy derneğinin tüzüğüne kadar sirayet etmiş bir durum: daha çok nelerin yapılamayacağı anlatılıyor bize. Sahip olunan hakların ise hangi koşulları yerine getirdikten sonra ircaa edileceği…
AMASIZ FAKATSIZ BİR TEZAHÜR BİR OLAY BİR VURGU

1977 yılının bahar ayında NSPA (Amerikan Nazi Partisi) üyesi 35 kadar Nazi, Chicago’nun Skokie beldesinde bir yürüyüş düzenlemek istemektedir. Bu yürüyüş planını duyan Skokie beldesi ahalisi, ki bu ahali soykırım mağduru Yahudilerden oluşmaktadır büyük ölçüde, yürüyüşün iptali için mahkemeye başvurur ve mahkeme NSPA’nın yürüyüşünü iptal eder, yasaklar. NSPA üyeleri bu durumdan nemalanmak istercesine, Amerika’nın İHD’si sayılabilecek ACLU’ya (Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği) başvurur. ACLU, Amerikan kamuoyunda tutarlı bir şekilde mağduriyet savunucusu olarak bilinir ve NSPA’lılar bir şekilde bunu sınamak ister. Bu amaçla, en temel hakları olan toplantı ve yürüyüş yapma haklarının gasp edildiğini belirterek ACLU’den kendilerini savunmalarını ister. Bu talep dernek içinde büyük bir kargaşaya sebep olur. Ancak, Dostoyevski’nin deyimiyle iki kere iki beş tezahürü tartışmalardan galip gelir ve NSPA savunması üstlenilir. Savunu ABD anayasasının birinci maddesi olan düşünce ve ifade özgürlüğünün teminatı üzerinden yapılacaktır. Neticede dava NSPA-ACLU işbirliğinde kazanılır ve neo-naziler gamalı haç taşımamak karşılığında Skokie’de talep ettikleri yürüyüşü gerçekleştirirler. ACLU ise bu tutarlılığının bedelini 30 bin bağışçısını kaybederek öder.

Bu hikayeyi okuduğumda eleştirilebilir olmaktan çok ütopik bulmuştum. Evet, faşizmin ifade özgürlüğü konusunda ciddi teredütler ya da “ama”, “fakat”larım var. Ve bunlar haklı gerekçelere dayandığına dair itikatim tam… Ancak sürekli iki kere ikinin beş ettiği bir dünyanın hayalini kurmak biraz da ACLU’nun tutarlılığına sahip olmaktan geçer, diye düşünüyorum.

Bu açıdan bakıldığında Türkiye sağıyla soluyla sakat bir düşünce yapısına sahip. Özgürlüklerin koşulsuz savunulması gerektiği olaylarda bile sürekli ama ve fakatla başlayan argümanlar üretiliyor. İktidar merkezli Muktedir/Muhalif çatışmasından kaynaklandığını düşünüyorum bu sürekli yeniden üretilişin. Tekrar tekrar detaya girmeyeceğim ama şunu da söylemeden rahat edemeyeceğim sanırım. Yine bu açıdan Hacettepe’de siyaset yapan alternatif, bir ülke, bir üniversite hatta bir hayat vaat etme iddiasında olan sol/sosyalist siyasetler, gençlik örgütleri de yeterinden fazla olarak amalar ve fakatlar üretmektedirler. Çünkü bu yapılanmaların birçoğu düşünce ve ifade özgürlüğünü koşulsuz savunusunu tezahür etmek yerine stratejik, politik taktiklerine göre bu iki birbirinden kopmaz kavram karşısında sürekli konumlanışlarını yeniden üretmektedirler. Söylemsel olarak dilde bir devamlılıkları söz konusu olsa bile bir bütünlük arz etmedikleri belirtilebilir.

Muktedir kurumların tavırları ise ayrı bir yazı, bir deşifrasyon gerektirirse de bunların hepsini sizlerin bildiğini varsayarak ve bu yazının yeterince uzadığını düşünerek yazıyı burada noktalıyorum.

Bir Direnişin Tarihi ve Şeytanın Müziği

Mesut Kaplan


Blues, aslen Afrika kÖkenli bir mÜzik tÜrÜdÜr.Önceleri,köle ticaretinin baslamasiyla birlikte Amerikaya getirilen zenci kölelerin kendi kültürlerini koruyabilmek icin kullandiklari sosyal bir araç oldu. 1865 senesinde köleligin kaldirilmasiyla birlikte Amerikan toplumu icinde yankı buldu ve buradan da tüm dünyaya yayildi. Ortaya çıkış tarihi kesin olmamakla birlikte ilk zenci kölelerin Amerikaya ayak bastigi 1619 senesi, Blues'un dogum tarihi olarak kabul edilebilir. 1865 senesine kadar süren köle ticareti sonucunda Amerikadaki zenci nüfusu yaklasik olarak üç milyonu bulmustur.


Amerikaya getirilen ilk köleler, Mississipi Nehrinin besledigi ve büyük pirinç tarlalarinin bulundugu New Orleans ve Memphis bölgelerine yerleştirildiler. Köleler tarlalarda calisirken bir yandan da hep bir agizdan şarki söylüyorlardi. Bu sarkilarin sözleri ise özellikle seçilmiş, özgürlügü, birligi, beraberligi ve ümidi asilayan, haksizliklari sorgulayan sözlerdi.Çiftlik sahipleri,bu özgürlük çirpinislarini bir nebze de olsa engellemek ve köleleri rahatlatmak icin Cumartesi geceleri eglence duzenlemelerine izin verdiler ama bu eglencelerde soylenen sarkilar ozgurluk cigliklarini daha da alevlendirdi. Boylece ilk blues besteleri ortaya cikiyordu. Ic savaşın sona ermesi ve köleligin kaldirilmasiyla birlikte, Amerikada yeniden yapilanma plani ortaya kondu fakat bu plan beyazlarin ırkçı davranislari nedeniyle bir sonuca ulasamadi. Bunun uzerine zenci halk yeni umutlar için kuzeye yöneldi. Bu göç sırasında Amerikaya gelen göçmenler ile kültür alişverişinde bulundular. Kimi zaman geleneklerinden, kimi zaman yasam bicimlerinden ama ozellikle muziklerinden etkilendiler. Kendi muziklerinde kullandiklari banjonun (ki kokeni Afrikadir) yaninda, Irlanda ve Iskoç göçmenlerden kemani, güneyli göçmenlerden ise mandolin ve gitari öğrendiler. Böylece zenci müziginde etkin hale gelecek gitarin tohumlari da atilmişoluyordu. 1890lara gelindiğinde ise gitar üretimi bir sektör haline gelmeye başlamıştı. Bu sektörün öncülüğünü de gitar üretimini halen sürdüren iki şirket yapmaktaydi: Orville GIBSON ve C.F. MARTIN şirketleri.Bu şirketler ileride ki blues dehalarının adını yükseltecek ve tek kapital ortamı yaratan neden olacaklardı.

1900lerin başina gelindiğinde zenci şarkıcılar ve söz yazarlari,özellikle Memphis sehrinde ortaya cikmaya baslamislardi. 1909 senesinde ise blues tarihi icin belki de ilk altin sayfa açiliyordu. Memphis sehrinin belediye başkan adaylarindan E.H. Crump, yeni yeni kurulmaya başlayan blues gruplarindan biri olan Handys Bandden secim propagandasinda kullanilmak üzere bir parca yazmalarini istemişti.Bu grubun yazdiği Mr. Crump isimli parca ile hem E.H. Crump başkanligi kazaniyor hem de Handys Band, Memphis Blues olgusunu geniş bir çevreye tanıtıyordu.
Bu dönemi izleyen yıllarda, belirli bölgelerdeki müzisyenler,o yerlerin kültür ve etnik yaşantısından etkilenerek farklı blues türleri ortaya koymuşlardi. Yazilan parçalar esas olarak blues altyapısını kabul ediyor fakat özellikle gitaristlerin tekniklerinde bölgeye has bir farklılık göze çarpıyordu.Bir süre sonra ortaya çikan bu yeni türler de bölgelerinin ismiyle anılmaya başlayacaktı.Örneğin Memphis Blues, Delta Blues, Texas Blues gibi. Blues ile caz müziğin yakinlaşmaya başladiği 1930'lu yılların başlarında,ünü daha sonra tüm dünyaya yayilacak olan trompetçi Lois Armstrong, King Oliver Bande katiliyor ve gelecek yirmi yila damgasini vuracak bir müzisyenler böylece taninmaya başliyordu.Gelişen teknoloji ile birlikte blues etkisi de günden güne artiyor, yeni müzisyenlerin ortaya çikmasıyla tüm Amerikaya dalga halinde yayılıyordu.Bu dalgaya jump, boogie veya rhythm & blues diyenler de vardi. Fakat kim ne derse desin, tek bir şey kesindi, kimse geriye bakmıyordu. Artık müzik alaninda gelişim ve yeni keşiflerin yapılma zamanıydı çünkü siyahiler artık nefes almaya başlamışlardı.Blues artık bir marka olmaya başlamış ve belkide siyahiler için tek yol olmuştu.

1948 yılında Riley King isimli bir diskjokey, İLK ZENCİ RADYOSU olan WDIA Memphis ile anlaşıyor ve dört yıl sürecek bir radyo proğramı sunmaya başlıyordu. Bu program sayesinde dinleyicileri ona yeni bir isim takacaklardı: Blues Boy ya da kisaca B.B. KING. KİNG aslında sadece BLUES un simgesi değil özgürlüğün ve direnişinde sembolüydü.Bir zenci direnişin pasif-yavan yaşandığı baskıcı poltikalara karşı bir bakıma böyle gögüs germiş ve insan yerine konulmayan zenci halkın ilk radyosunu açtırmış ve kendisi programını yapmıştır.Irkçı olan beyazlar ise onu sadece hayranlıkla dinlemişlerdir.B.B KING zencilerin özğürlükte ki dönüm noktaları olmuştur.

(Bu tarihler de II.DÜNYA SAVAŞI yaşanmaktadır veya etkisi devam etmektedir...)

II. Dunya Savasi sonrasi Ingiltereden ayrılan Amerikan askerleri, beraberlerinde getirdikleri birçok blues albümünü burada bırakmışlardı.Geride kalan albümler Ingilizler tarafından ilgi görmeye başladi.Böylece BLUES dünyada yayılmaya ve etkileşimlerine başlamış bulunmaktaydı.


1967 li yılların başlarında,kendine herzaman asi çocuk denilen bir ZENCİ daha çığır aşacak,ileriki yıllarda adını sıkça duyacağımız ''Jimi Hendrix'' i tüm dünyaya duyuracaktı.JİMİ,çocukluğu sancılı geçen bir zenci çocuktu.Annesi o küçükken ölmüş ve babasıyla yaşayan,okulda zenci olduğu içiin hergün arkadaşları tarafından aşşalanan,öğretmenin de sevmediği asi bir çocuk karekterine büründürülmüştü adeta.Hendrix ortaokulu bitirmiş fakat Garfield Lisesi'nden mezun olamamıştı.

Hendrix 1960'li yıllarda gazetecilere verdiği bir demeçte: "İnsanlar orda ırkçıydılar, ben başarısız oldum çünkü siyahtım." dedi.
.
.
.

1967 yılında ki ilk konserinde BLUES müziğin adını yine bir ZENCİ hafızalara kazıyor,gitarI tÜm izleyicilerin ÖnÜnde alevler icinde kaliyor ve gitarini blues ateşinin emrine sunuyordu.O tek aşkı gitarına kıyıyor fakat blues sevgisinin kolay kolay sönmeyeceğini de ispat ediyordu. Evet dostlarim, bu ates belki bir gun sönecek ama henüz değil. Cünkü blues sevgisini, tekniğini, ekolünü gelecek nesillere taşiyacak birçok genç bluescu yetişmekte.Çünkü blues örgütlenmesi çok eski yıllara dayanan sevginin,aşkın,direnişin ve baş kaldırının ta kendisidir.

BLUES SEVGİDİR.BLUES BAŞKADIR.BLUES BİR YAŞAM TARZIDIR.BLUES İYİDİR...

Bir Maceradır Anlatalım Dedik; Kısaca Erasmus

Merve Deveci

"Nasıl oralar iyi mi?, eğitim nasıl daha iyi değil mi? Hocalar nasıl ? dersler nasıl? iyi içmişsindir sen çakkaal?" yurtdışından Erasmus değişiminden döndüğümden beri genelde" kilo almışsın"la beraber en çok verilen tepkiler bunlar oldu. Ben de herkes gibi gitmeden önce bunları da merak ediyordum kültürle beraber. Sonuçta Avrupa'nın belki de en gelişmiş ve güçlü ülkesi olan Almanya'dan bol bol yanıtla da döndüm.

Öncelikle Erasmus için gitmek isteyenlere önerim; eğer akademik kaygılarınız varsa gittiğiniz ülkenin eğitim diline hakim olun ve baştan işi sıkı tutun derim. Sistem farklılıklarını önceden araştırın ve boşa düşmeyin. Örneğin ben biraz sonra bahsedeceğim sistem farklılıkları ve Almanca bilmememden dolayı pek başarılı olamadım tabi başarısızlığımın nedeni biraz da benim bir daha nerden geleceğim Erasmusa mantalitem de rol oynamıştır.

Seçeceğiniz ülkeden bağımsız olarak eğlenme, seyahat ve kültür tanıma gibi önemli erasmus öğelerinde başarılı olmanız tam olarak ordaki erasmus çevrenize bağlıdır, zaten muhtemelen zamanınızın çoğunu diğer Erasmus öğrencileriyle geçiriceksiniz ve size en çok katan şey bu olacak, bir çok kültür ve bakış açısı tanımak ufkunuzu ve vizyonunuzu en çok geliştiren şey olacaktır, özellikle insanla ilgili bir alanda çalışacak arkadaşlar için büyük fırsat. İnsanların aslında birbirinden hem ne kadar farklı hem de ne kadar aynı olduğunu bir daha ikna oldum Erasmusta. Birçok ülkeden, sadece Avrupadan da değil, Asya ve Latin Amerika'dan yurt daha doğrusu öğrenci evi arkadaşlarınız olur ve birlikte eğlenirken, muhabbet ederken veya bir konuda endişelenirken aslında gençliğin ne kadarda aynı olduğunu görmek güzel şey.

Eğitime gelirsek; önceleri eğitim de diplom gibi bizimkine benzeyen ve muhtemelen bizim şuanki sistemimizi onlardan aldığımız versiyondan Avrupa Birliği kararlarından dolayı yakın geçmişte şu an ki sistemine geçmiş Almanya. 3 sene lisans + 2 sene yüksek lisans ile yürütülen bu sistem 3 sene ana eğitimin verilmesi öngörülüyor ve 2 senelik master dönemine kabul ise neredeyse lisansla aynı oranda bu yüzden insanlar bu konuda zorluk çekmiyorlar ve mesleklerine daha yetkin bir şekilde başlıyorlar. Zaten 3+2 yani 5 senelik eğitim neredeyse standart olarak tüm öğrenciler tarafından tamamlanıyor.

Derslere gelirsek bir psikoloji öğrencisi olarak masterdan aldığım bir çok dersi de görünce Türkiye den daha kolay olduğunu söyleyebilirim. Zaten ağır bir ezberden ziyade bilgiye ulaşmayı öğretmeyi kavramış olmalılar. Dersler vorlesung denilen bizim genel derslerimize benzeyen dersler ve o derslerin altkonularına ya da daha spesifik alanlarına dair Seminar , yani öğrencilerin aktif bir şekilde sunum yaparak yürütülen dersler. Benim en zorlandığım nokta ise dayatılmaya alışkın bir insan olarak vize olmamasıydı dolayısıyla derslere finallere kadar hiç çalışmadım ve tabi alman disiplini böyle birşeyi muhtemelen öngöremezdi.

Öğrenci olarak orada ulaşabileceğiniz kaynak ve olanak buradan çok daha iyi, hertürlü araç gereç, kitap, makale, vb., bir öğrenci olarak aktif olmak istediğinizde, hem derslerde hem de sosyal meselelerde , çektiğiniz bir sıkıntı yok aksine destek var. Okulda 5 ay kalacak bir öğrenci olarak öğrenci konseyi seçiminde oy verme hakkımın olması veya sınav için gerekli olan 60 euroluk bir kitabı kütüphaneden hemen temin edebilip çalışabilmem, okulda parti yapılması ya da herhangi bir fikre dair broşür dağıtılması gibi bir çok açıdan örnek verilebilir.

Hoşuma gitmeyen kısımlar da vardı elbet; Almanya'nın psikolojiye bile getirdiği mühendisvari bakış, aşırı maddeye indirgemesi benim orada olası bir şekilde eğitimime devam etme şansım olsa bile muhtemelen gitmeyeceğim bir ortam yarattı. Bilim olduğunu kanıtlamak adına bu kadar biyolojiye indirgenen bir psikoloji anlayışı bana çok mantıklı gelmedi.

Bir Erasmus öğrencisi olarak bir yandan da asgari ücreti bizim hayaledemeyeceğimiz bir düzeyde olan bu ülkede gariban hayatı yaşamak gibi bir durumda var. Özellikle ailenize çok fazla yük olmak istemiyorsanız bayağı dikkat etmeniz gerekiyor, tabi yine de başka ülkeler görmekten geri kalmayarak.

Sonuca gelirsek, özellikle farklı kültürler tanımak ve bunlarla birlikte yaşamanın kendine birşeyler katacağına inanan arkadaşlar için değişim programları çok büyük bir fırsat. Çünkü görmeden, bir kere bile konuşmadan edindiğimiz o milletlere dair önyargılar en iyi ; görerek, tanışarak, konuşarak yıkılıyor. Belki de önyargının ülkemizi parçaladığı günlerde, bunun önemini kavramak daha önemli.

24 Mart 2011 Perşembe

Tekzip ve Özür

Az evvel Beytepe Postası olarak geçtiğimiz 'Sosyoloji Günleri Öncesi Rektörlükten Skandal İptal' başlıklı haberimiz tam olarak doğrulanamadığı için yayından kaldırdık.

Bu elzem yanlışımızdan dolayı başta Sosyoloji Günleri'ne ev sahipliği yapacak olan öğrenci arkadaşlarımız olmak üzere ilgili tüm kurumlardan Beytepe Postası Gazetesi olarak özür diliyoruz.

25 Ocak 2011 Salı

Adalet yerni buldu: 71 öğrenci beraat etti

Ankara 6. Asliye Ceza Mahkemesi, 26 Ekim 2009 günü çıkan olaylarla ilgili olarak yargılanan 71 öğrenci hakkında beraat kararı verdi.

Bir buçuk yıl önce yaşanan olaylarda TKP üyesi öğrenciler tarafından Hazırlık Binası önünde açılan gazete standına önce özel güvenlik birimleri müdahale etmiş, yüzlerce öğrencinin standı koruması üzerine Bilkent kapısında hazır bekletilen yüzlerce çevik kuvvet polisi okula girerek kütüphaneye sığınan 69 öğrenciyi gözaltına almıştı.

Olayların ardından valilik ve emniyet müdürlüğü direktifleriyle okul yönetimi 100e yakın öğrenci hakkında soruşturma açmış, 7 öğrenciye 1 dönem, 2 öğrenciye 2 dönem uzaklaştırma ve 1 öğrenciye de okuldan atılma cezası vermişti.

Savcılığın hazırladığı iddianameye göre bir polis memurunun yaralanması, sivil polis görevlilerinin kameralarının kırılması, kamu malına zarar ve eğitim-öğretimin engellemesi gibi iddialarla suçlanan 71 öğrenci hakkında 1 ile 3 yıl arası hapis cezası ve 13.500 lira tazminat istenmişti. Mahkeme heyetinin beraat kararının ardından aynı iddialarla okul yönetimi tarafından uzaklaştırılan ve atılan öğrencilerin birbiri ardına tazminat davaları açması bekleniyor.

6 Ocak 2011 Perşembe

Çankaya'ya çıkan ÖTK hangi talepleri iletti?

Kıta Avrupası'nda olmak üzere son üç dört yıldır öğrenciler var olan haklarını korumak, kaybettiklerini geri almak için sürekli eylemlilikler düzenliyor, üniversiteyi hocalarıyla birlikte boykot ediyorlar. Kendi haklarının mücadelesi ile de yetinmeyip, 2009 krizinin vurduğu Avrupalı emekçilerin grevlerine destek veriyor, mitinglerde en ön saflarda yer alıyorlar. 2010 yılı, onlar için eylem yılıydı. Hatta bazı çevreler bu hareketliliği 68'in geri dönüşü olarak ilan etti.

Bizim ülkemizde de üniversite gençliğinin Avrupalı dönemdaşlarından pek geri kalır yanı yoktu. İkinci Dolmabahçe seferi ile de artık toplum ve medya da tüm bu olan bitenlere kayıtsız kalamadı -hoş gerçi herkes tuttuğunu bulandırdı ya-. En azından kimi gazeteciler ve aydınlar(!) bu öğrenciler ne istiyor acaba, diye sordu -hoş gerçi herkes soruşturduğunu bulandırdı ya-. Ancak başta Başbakan olmak üzere, AB müzakerelerinden sorumlu Devlet Bakanı ve akabinde erkanı, eylemci öğrencilerin hangi yasadışı örgütlerle bağlantılı olduğunu belgeleriyle bildiklerini ifade ederek öğrencilerin darbeye zemin hazırlamak için kullanıldığını ifade ettiler -Kümes Harekatı başlamadan çökertilmişti yani-.

Son olarak ODTÜ... 50 Polis otobüsü, yüzlerce çevik kuvvet polisi, onlarca panzer bir üniversitenin girişini kuşatmış, darbe duyurusu için TRT Ankara Radyosu'nu işgale giden pardon, AKP Genel Merkezi'nin önüne yürümek isteyen 500 kadar öğrenciyi üniversite giriş kapısında kuşatmış,(bir arkadaşımın olayı özetleyen iletisinden alıntı yaparak ve bu alıntıyı geliştirerek) günahkar, cenabet, muhtemel anarşist/terörist adaylarını gusul abdesti aldırmıştı.

Bu toplu abdest alma töreninden sonra Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, öğrenci temsilcileriyle toplantı yapacağını duyurdu. Biz, saniselerle ölçülecek kısa bir süre kim bu temsilciler şaşkınlığına düştükten sonra, çağırılanların ne zaman seçildiğinden bile haberdar olmadığımız ÖTK Başkanları olduğunu hemen anladık. Bizi temsilen de Hacettepe Üniversitesi Öğrenci Temsilcileri Konseyi katıldı Cumhurbaşkanının toplantısına. Muhtemelen ÖTK'yı temsilen de Sayın Burak Bahadır katıldı toplantıya. Lafı uzatıp öğrenciler temsilcileri kimdir, tartışmasına girmeden Beytepe Postası olarak en azından şu soruyu sormak istiyoruz Başkan'a: Sayın Burak Bahadır, tüm samimiyetimizle merak ediyoruz. Ne söylediniz? Hangi sorunlarımızı dile getirdiniz? ÖTK seçim yönetmeliğinin, YÖK disiplin yönetmeliğinin ve üniversite yönetim şeklinin ne kadar anti demokratik bir yapıda olduğunu ilettiniz mi? Öğrenciler olarak okulun geleceği hakkında hiçbir söz hakkına sahip olmadığını ilettiniz mi? Okulumuzun duvarlarına afiş asmanın, sokaklarına stand açmanın yasak olduğunu ilettiniz mi? Bir öğrenci kulubünün açılmasının bürokratik engellemeler yüzünden yıllar sürdüğünü ilettiniz mi? Gerçekten çok merak ediyoruz... Ne söylediniz Allah aşkına!